18 Aralık 2010 Cumartesi

Dört Gezgin Ceviz

Sürekli yenilenen sağlıklı beslenme kurallarıyla ilgili beni en çok yıpratanlardan biri cevizin kabuklu alınıp saklanmasına yönelik tavsiyeler. Sırf bu yüzden ceviz tüketim oranım yarı yarıya azaldı ama  cevizi çıttak çıttak kırıp kullanmanın güzel yanlarını da yeniden hatırladım. Yığım yığım cevizleri kilerde depolamak, arada aşağı inip bir torba dolusu cevizle salona çıkmak, bir sana, bir bana, bir kavanoza yaparak torbanın dibini bulmak hem zevkli hem de her kırılan kabuk içindeki hakkında yeniden düşünme fırsatı veriyor. Bakalım bu nasıl çıkacak, bu tür cevizlerin çoğu neden buruşuk, neden kendi alıp kuruttuklarımız böyle koyu renkli de Tire'den gelenler ak pak diye diye kırılıyor cevizler.
Farkettiniz, bizim eve bu yıl henüz tam kurumamışken AOÇ-Tivmaş'tan aldıklarımız, Çeşme'de yol üstündeki pazarın sürprizi Tire yayla cevizleri, Kalecik'ten ve Gürün'den çok kıymetli hediye cevizler derken torba torba ceviz geldi.


Yetmedi, belki de bu "kabuklu al kabuklu" akımı yüzünden kuruyemişçilerin önlerinde sıra sıra dizilmiş ceviz çuvallarına da gözüm daha sık kayar oldu. Bu çuvallardan birinin üstünden başımı içeri uzatıp "Cevizler nereden?" sorusuna "Özbekistan'dan" cevabını alıp kendimce bir "Çin malı" durumuyla karşı karşıya kaldığımı sandıktan bir kaç gün sonra ceviz - Özbekistan ilişkisini araştırırken burnumu sürten şu satırlarla karşılaştım :"Ceviz ,öz doğasına göre dağ ağacı olarak göz önüne alınır ve yabanıl halde Avrupa ve Asya’nın dağlarında biter.Bu ağaç türüne doğal durumda Balkan dağlarının ormanlarında, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Yugoslavya’da rastlanılır. Yabanıl olarak ceviz Elbrus dağında deniz yüzeyinden 1400 m, Afganistan dağlarında da 2700 m ye kadar yükseklerde yetişebilir. Orta Asya cumhuriyetlerinde de doğal durumda Özbekistan,Türkmenistan,Kırgızistan,Tacikistan’da biter". Özbekistan cevizlerine yakından bakamadım ama bizim evdeki cevizler arasında Tire cevizleri açık ara öndeler ve neden satan arkadaşın cep telefonu ceviz fiyatıyla birlikte iri iri rakamlarla asılıydı ki tezgahta sorusunun cevabını ancak şimdi akıl eden beni bin kilo almadığıma pişman etmekteler. Acımı hafifletmek için "bari türünü anlayayım" çabam da sonuç verecek gibi değil. Yalova-1, Kaman-x gibi türler arasından bizim Tire cevizlerini eşleyecek bir şey bulabilmem için bir ziraat mühendisliği diploması şart gibi görünüyor. Hangisi bilemem ama ceviz tecrübemden aklımda kalanlar şunlar:
  • Ceviz kurutmak kolay iş değil, üstelik küflenme gibi riskler taşıyor; yaş cevizlerin güzel görünümlerine ve ağırlıklarına kapılıp almasam iyi ederim.
  • İzmir ve çevresi boşuna en çok ceviz üretilen bölgeler arasında görünmüyor. Tire cevizleri sanki "iyi cevizde aranan özellikler" referansı gibi; ince kabuk, yüksek oranda doluluk, bütün çıkabilme, açık sarı meyve rengi. Bir tek açık renk kabuk yerine diğerlerine göre kınalı gibi görünen biraz daha koyuca bir kabuk rengi var(Tire cevizi, senin adın kınalı ceviz olsun mu?:) ).
  • Yediklerimiz-içtiklerimiz konulu bilgiçlikler arasında yer alan "Bu cevizlerin rengini kimyasalla açıyorlar, bu kadar açık renkli olur mu kardeşim?" konuşmaları sürpriz olmayan şekilde pek sağlam bir dayanağa sahip değil gibi. Hem rengini açıp hem damarları azaltıyor olamazlar. İyi bir ceviz cinsinde açık renk ve düşük iç damarlanma çok mümkün. Yani sırf çocukluğumuzda yediğimiz cevizler böyleydi diye şimdikilere çamur atmak yanlış. Cevizle ilgili bir kaç forumda gezinmek bile çiftçilerimizin gayretli bir bilinçle daha iyi cinsler yetiştirmek için uğraşıp didinmekte olduğunu, e buna ithalat da eklenince etrafta daha iyi cevizler görmenin altında yalnız kötü niyet aramanın pek akıllıca olmadığını anlamak için kafi. 
  • Romalılar cevizi bolluk simgesi addedermiş, bendeki etkisi de her zaman böyleydi. Galiba Romalıyım.
  • Bir forumda gördüğüm, yerel bilgi olduğu için doğruluğuna inandığım şeylerden biri de Gürün'deki ceviz ağaçlarının pek çoğunun eskiden o bölgede yaşamış Ermeniler tarafından dikildiği. Sincaplar da cevizlerin yayılmasına katkıda bulunmaktalarmış. Benim yediğim cevizleri kimler dikti bilemiyorum, Kalecik'ten gelenlerin hikayesi "dere boyundaki bahçeden" e kadar gidebildi. Gürün'de genç bir Ermeni, Kalecik'te yaşlı bir amca mı dikti bu cevizleri? Yoksa tedbirli bir sincabın sakladığı cevizden mi bize armağan bu güzellikler belirsiz. Belirli olan şeyse "cevizi yedim bitti"'den öte bir öykü olduğunu bilmenin, bu öyküyü daha derinlemesine öğrenme isteğinin güzelliği.

Herkes bir dikili ağacı olsun ister ya ben bir ceviz ağacım olsun istedim hep. Ne zaman içinde bulunduğum durumdan biraz uzaklaşmak istesem sırtımı kocaman bir ceviz ağacına yasladığımı hayal ettim, hala da ederim. Ceviz bir masa gördüğümde uzun uzun dokunmadan geçip gidemem yanından. Cevizlerin kabuklarını çöpe atmak hep elimin zor gittiği bir iş olmuştur. Belki bu yüzden bu kadar düşündüm ve yazdım ceviz üstüne. Henüz dikili bir ceviz ağacım yok ama bir ceviz yazım oldu bile:).

18 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Kadın...

"Sizden bir ricam var, sevgili Bayan Billings. Sizin benim adıma Amerika'daki yayıncı ve dergilerle ilgilenen tek yetkili kişi olmanızı istiyorum. Yayımlatmayı becerdiğim her şeyin yüzde ikisini sizin almanızı isterim. Bu miktarın şu anda çok fazla olmadığını biliyorum ve yayıncılar dünyası ile irtibatınızın sorun ve zorluklarını bu miktar telafi etmez. Ancak başarılı olursam daha anlamlı bir şeye dönüşebilir. Üstelik sizinle çalışmaktan daha mutlu olacağım."

Yukarıdaki satırlar, yandaki zarif hanım tarafından, 3 Temmuz 1923'te yazılmış bir mektuptan alındı. Başkalarından bir şey istemenin kendi ayakları üstünde sağlam duran bir kişilikle örtüşmeyebileceğine dair bir eğitimin izlerini taşıyan ama bu durumun dengelenmesi gereken bir marazilik içerdiğini de kabul eden  bendeniz için İpek Çalışlar'ın Halide Edib'indeki en etkileyici bölümlerden biri bu satırlar. Evet, bu zarif hanım, Halide Edib. Çok ricacı olmadan, durumu her iki taraf açısından da ortaya koyarak, karşısındakini onurlandıran ama lafı çok da uzatmayan bir üslupla ne istediğini bu kadar güzel anlatan Halide Edib'in kafası hayatı boyunca bu derece berrak olmuş sanki. Farklı konulardaki fikirleri ve yaptıkları başkaları tarafından çelişkili bulunsa da bugünden geçmişe bakılınca Halide Edib'in karmaşık düşünebilme becerisi, zekanın doğal bir sonucuymuş gibi görünüyor. Yaşadığımız zaman, uzun süredir var olan sorunları çözmek için artık eski yolların işe yaramadığı, daha karmaşık düşünüp daha iyi çözümler üretilmesi gereken bir zaman. Böylesi bir zamandan bakıp Halide'yi anlamak daha kolay belki. Oral Çalışlar "derin araştırmacı" diye tanımladığı eşi İpek Çalışlar'ın bu kitabı için "Halide Edib’in bir roman tadındaki yaşam öyküsü, ‘resmi tarih’ çarpıtmalarından sivil tarih yazımına doğru bir yolculuk olarak okunabilir" demiş. Derinlemesine bir Türk kadın entelektüeli anlatan bu güzel kitabı benim için değerli kılan şeylerden biri de, bu yolculuk oldu.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Sınır Tanımayan Kelimeler


"Sınır tanımayan kelimeler" ile ilk kez Metro Gastro'nun Temmuz-Ağustos 2010 sayısında karşılaştım, domatesin böyle bir kelime olduğunu, pek çok farklı dilde benzer şekilde adlandırıldığını ve bu adın Aztekler'in tomatl sözcüğünden geldiğini aktaran Miss Amerika: Domates dosyasını okurken.
Galiba en çok sevdiğim yemeklerden biri menemen, bu listenin yeni adayları ise bol domates soslu yeşil biber, domates sosunda közlenmiş patlıcan. Bu yaz domatesler mi her zamankinden daha güzeldi bilemiyorum ama yaz boyu lüp lüp domates yeyip durduğum yetmedi, Cenk'in geçen yıl deneyip sevdiğim domates sosundan da daha fazla yaptım.
Pazarda tezgahına dadandığımız, domateslerinin Eskişehir Sarıcakaya'dan olduğunu söyleyen ve onlarla pek övünen, e haklı da çıkan pazarcı beyin (artık pazarcı amca diyemeyecek yaştayım sanırım :) ) domatesleri Cenk'in harika tarifiyle birleştiler, bu kış bize ara ara menemen, bolca sebze eşlikçisi, bazen de makarna sosu olmak üzere dolapta yerlerini aldılar. 
Bu basit kış hazırlığı şimdilik bizim evin küçük mutfağında, ilerisi içinse bir rüyam var. Güneşli bir sonbahar günü, bereketli bir bahçede, arkamızda hasından bir köy evi, büyük bir ağacın altına kurulmuş bir masada, sevdiğim kadınlarla oturmuşuz. Salçalar, soslar kaynatıyor, sebzeler kurutuyor, taş bir fırında sebzeli pizzalar, börekler pişiriyor, kahveler, çaylar içiyoruz.
Salça ocakta fıkır fıkır...
Patlıcanlı sos fıkır fıkır...
Kuşburnu şurubu, erik marmeladı fıkır fıkır... 
Gün batarken pırıl pırıl kavanozlara dolacak ve pek çok evi yuva yapacaklar kış boyu. 
Rüyam şimdi aklımın ocağında fıkır fıkır... 


28 Eylül 2010 Salı

"Ey hayat, biz Çeşme'ye gidiyoruz sen de arkadan gel"*

Tatilinizi nasıl planlarsınız? Şuna benzer mi?
  • Anahtar sözcük?(Spor, tarih, kent, aile)?=Spor=Yüzmek
  • Gidip doyamadığın bir yer mi yoksa yeni bir yer mi?=Eski yer=Çeşme, Ilıca, Alaçatı
  • Doyamadığın bir yerse de buraya yakın yeni bir yere ne dersin?=Dalyanköy
  • Yeni bir şey?=Bisiklete binmek, halk plajlarını sırasıyla denemek, havalı lokantalardan uzak durmak
  • Araştır, araştır, araştır=Gideceğimiz yer hakkında başkalarının tecrübelerini, tavsiyelerini okumayı seviyorum. Tecrübelerimiz her zaman örtüşmüyor ama öyle değerli bilgiler paylaşılıyor ki bazen, okumuş olmasanız yanından geçip gidebilir ve neler kaybettiğinizi de hiç bilemeyebilirsiniz.
  • Yanına ne alacaksın?=Birikmiş filmler, bir kaç kitap, dergi, bilgisayar, ipod touch.
Fırsatınız olursa en az bir kez Eylül'de tatile çıkmayı deneyin, sanki her şey daha normal, daha az turistik ve daha gerçek bu ayda. Bir kıyı kasabasının vitrinlerinde Çin malı fil desenli Hint çantaları yerine  "Atatürk İlköğretim Okulu kıyafetleri mağazamıza gelmiştir" yazısını görmek bile az şey mi?
Ankara-İzmir yolundan İzmir'e girişte görmeye alıştığımız ve aslını pek de tanımadığımız İzmir'i aklımızda bir gecekondu kenti olarak resmeden çevreyolu geçişi bu resmi yeşile boyadı bu sene, belki de aşağıdaki GPS ekranını yol boyunca başka hiç bir yerde göremediğimizden. 


Birinden diğerine geçerken sınırları hiç bilemediğiniz Çeşme, Ilıca ve Dalyanköy'ün verdiği ilk his "bayındır". Kaldırımları, yolları, sanırım biraz lüks yazlıkları ile bir kent hissi her yerde. Dalyanköy, sabahın erken saatlerinde bir motordan diğerine bağıran balıkçıları duyarak uyanabileceğiniz bir yer. Bizim, bir kaç bebekli ailenin ve yaşlı İngiliz turistlerin tercih ettiği Sisus Otel'de sıradışı bir incelik, temizlik, "siz isteyin biz buluruz" tavrı, hatta arasak bulamayacağımız Çeşme kitapları ile dolu bir kütüphane. Pek tabii beach'ler ve kulüplerle değil  "En iyi çay hangisiydi?", "Bir kumru daha?","ımm, cevizler Tire'den mi? Yayladan?","Aaa, kervansarayın yanındaki han da restore edilmiş, bu dükkanlar bir harika olmuş"'larla tadına varılan bir Çeşme. Çeşme'nin nesi deseniz, küçük, mamur, modern hali, kervansaraylarla eski Çeşme evlerinin, o güzelim kale-müzenin kolkola olması derim. "Marinayı ne güzel yapmışlar" demeden de geçemem, beach'lerin sahipleri için yapılmış gibi görünse de o kadar empati herkese lazım diye yan çizerim:)
Ilıca, Çeşme, Urla, Ildır, Dalyanköy
bunları görmenin,

bunları yemenin,


sakız ağaçlarını, sakız koyununu, Çiftlikköy'ün eski evlerini, Serap Yurdaer'in kedili   seramiklerini doya doya izlemek, Ildır'dan enginar depolamak içinse bir kez daha sözleşmenin mümkün olduğu bir güzel coğrafya.
Alaçatı şimdilik uzaktan sevilecek bir güzel; "İstanbul'dan geldiler, hayatlarını da getirdiler" durumu o kadar üstünden akıyor, her şey, tulum peynirli simit bile (biz o kadar moderniz ve o kadar değiliz ki tulum peynirini simidin içine koyup tost yapıyoruz, dikkatinizi çekeriz eskiyle yeniyi ne güzel harmanlıyoruz, bu aradaa sakızlı cappuccino almaz mısınız?) o kadar çok konuşuyor ki Değirmen Çayevi'nde (Old Man's Tea House değil çok şükür) başınızı bir kitaba gömüp 3-5 bardak çay içtikten sonra tesadüfen önündeki insan kalabalığına güvenip adım attığınız Yusuf Usta'da (Meister Yusuf değil çok şükür) bir kap tencere yemeği yiyerek ve son 6 saattir ilk kez etraftaki teyzelerin hepsinin straplez tulum giymediği bir noktada bulunduğunuzu farkederek (çok şükür) boğulma hissini bastırabilirsiniz.
Tabii her şey planladığınız gibi gitmeyebilir. Halk plajlarında bütün günü keyif içinde geçiremeyecek kadar konfor arayışınız olabileceğini, şehirden tanıdığınız bir kahve zincirini görmenin neşe verebileceğini, Port Alaçatı'nın şıkır şıkır ışıklarında sizi çeken bir şeyler olduğunu, 16 Eylül Çeşme'nin düşman işgalinden kurtuluşu kutlamalarında yaşlısı genci herkesin Drama Köprüsü'nü sessizce dinlerken "Hayaliim üç kelime o da şöyle: Evli, muutluu, çocukkluuu" şarkısına çok acayip bir coşkuyla eşlik ettiğini farketmek biraz buruk bir tat bırakabilir ağzınızda ama tatil biraz da bunun için, şu dünya üzerinde nerede durduğunuzu, neye kapılıp neyi kaybetmekte olduğunuzu tekrar hatırlatacak bir soluklanma için, değil midir? 
Kitaplar mı? Almanca bir İpek Ongun kitabı bitirilir(ja, schöön), henüz bitirilememiş bir İpek Çalışlar Halide'si ile eve dönülür ama en çok otel kütüphanesinde ve bir gecelik misafir olduğumuz İncirli Ev'de başkalarının da elinden geçmiş, içinde notlar unutulmuş kitaplara dokunmak hissi hoş etkiler bırakır, ipod touch'ın notlarına "sahafa gidilecek, Cin Ali Piknikte bulunacak" notu düşülür.
Filmler mi? Nuri Bilge Ceylan'ın bizden bile daha amatör bir ruhu korumaya çalışması tatilde de yorucu gelir, Fellini'nin söylendiği gibi "barok" filmler yaptığı ama bizim Selçuklu mimarisine daha yakın durduğumuz anlaşılır, Kore sineması duruluğuyla kalbimizi çalar. 
Spor mu? Daha iyi kurbağalama, daha uzun su altında yüzme vee denge işi tam oturtulamasa da artık bisiklete binebilme ile hedefe ulaşılır:)
*"Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" dizelerinin sahibi Cemal Süreya'dan, bakınız blogum bu şiirle adaştır:). Her durumu bu kadar yalın ve bu kadar güzel ifade edebilen Cemal Süreya'nın niye daha çok kitabı yok ki bende, ayıpmış hakkaten...

17 Eylül 2010 Cuma

Az gitmişler, uz gitmişler


...dere tepe düz gitmişler, iki köy üç şehir dolanmış, göremediklerine tühlenip görebildikleri ile yetindikleri bir bayramı daha bitirmişler.Bu gitmeler arasında bir vakit, masal kızının padişah babasının sarayında soluklanma fırsatı olmuş, bir de ne görsün? Babası yeni yaptırdığı saray kütüphanesine nicedir gizli dolaplarda tutulan kitapları bir bir yerleştirmemiş mi yeniden?
Çocukken, her birini en az 5-6 kez okuduğu kitaplar, nerelerde olduğunu merak ettiği Türk Masalları, Kemalettin Tuğcu'lar, bir masal kitabı sandığı Kelile ve Dimne, Ömer Seyfettin'ler, şimdi "Bu yaşımda hala neden okumadım ki?" diye hayıflandığı ve aslında daha küçücük bir kızken okumaya çalıştığını, hatta biraz eciş bücüş bir yazıyla büyüklerden özenip kendi adını ilk sayfasına not düştüğünü hatırladığı Mor Salkımlı Ev, resimlerine onlarca kez baktığı, fasikül fasikül biriktirilmiş eski dönem ansiklopedileri, babasının bir vakitler kocaman görünen kitapları, kapağındaki hüzünlü adam aklına yer etmiş o Menderes kitabı hele, hepsi burada yerlerini almamış mı?
En sevdiği Heidi'sinin 1972 basımı olduğunu görünce pek keyiflenmiş masal kızı. 
Harry Potter çağından yeğeninin kitaplarından Hayaletin Çırağı'nın kaliteli kağıttan kapağının yanında pek havasız ama ne gam? İnsanların hala kitap alabildiği bir ülkede geçmekte imiş masal. Sabah metroyla işe giderken "Daha çok mu kitap okuyor herkes ne?" diye düşündüren, daha dün bir gazetesinde yayıncıların "arzu ettiğimiz satış rakamlarına yeni yeni ulaşıyoruz" dediğini okuduğu bir ülkede. 
"Her insanın hayatı, Tanrı'nın yazdığı bir peri masalıdır" demiş Andersen. İflah olmaz bir iyimsermiş masal kızı, bayram biterken, bunları, güzel ülkesini, basit ama her biri kendi masalını yaşayan, en çok da bayramlarda yolunun kesiştiği hayatları düşünmüş, inanmış masalın mutlu devam edeceğine, Harry Potter okuyanların daha güzel günler göreceğine.

27 Ağustos 2010 Cuma

Yavaşlamak...

Bu yaz camlardan içeri vuran akşam güneşi gibi ılık...
Leziz...


Hafif...

Biraz özlem dolu...

Beklenmedik ölçüde çalışkan...

Beklendiği kadar tembel...

Bu yaz güzel...


11 Temmuz 2010 Pazar

Devam:Zaman yönetilebilir mi?


Şurada giriş yaptığım, zaman yönetimi konusunda Covey'in  benim de yürüdüğüm yolları betimlediği zaman yönetiminin "üç kuşağı" üstünde durmaya değer. 
  • Birinci Kuşak: Bu kuşaktaysanız, yapılacak işler listesini yanınızda taşır ve yapacağınız işleri unutmamak için bakarsınız.Günün sonunda, amaçladığınız işlerin çoğunu bitirmiş ve listeden silmiş olmayı umarsınız(eee? demeye başlıyorsunuz bir süre sonra).
  • İkinci Kuşak: Bu kuşaktaysanız, randevular verir, taahhütlerinizi kaydeder, bir işin bitmiş olması gereken son tarihleri tanımlar, toplantıların yapılacağı yerleri not edersiniz(eeee? nin üstüne pıtır pıtır geçen zamanın ardından bakakalma hissi).
  • Üçüncü Kuşak: Bu kuşaktaysanız, herhalde değerlerinizi ve önceliklerinizi berraklaştırmak için biraz zaman harcamış, kendinize "Ne istiyorum?" diye sormuş, uzun, orta ve kısa vadeli hedeflerinizi belirlemişsinizdir.Etkinliklerinizi günlük olarak öncelik sırasına dizersiniz(Ne istediğinizi unutmuş olabiliyorsunuz, istediğinizi sandığınız şeyler gerçekten önem verdiğiniz şeyler mi yoksa hayatın getirdikleri mi birbirine karışmış oluyor. Bu berraklaştırma işi emek istiyor, yetişilmesi gereken şeyler "acil görünmeyen" bu emek işini, hep öteliyor).
Bu kuşaklardaki deneyimler, "daha az zamanda daha çok iş bitiriyorum" seviyesine gelmenize ve verimlilik anlamında önemli artılar kazanmanıza yardım etse de verimlilikle etkililik aynı şey olmayabiliyor. Daha çok işi daha hızlı yapmak, doğru olanı yapmanın yerini tutamıyor. Covey, yukarıdaki yöntemlerin, bize bir saat verdiğini ama aslında ne yapmak istediğimizi gösterecek bir pusulamız olmadan bu saatin tek başına mekanik bir beceri olmaktan öteye gidemediğini söylüyor, "işte bu" dedirtiyor. Zaman yönetiminde dördüncü kuşağa geçmek için insanın dört temel ihtiyacına cevap verecek kendi iç pusulasını bulması gerekli. Hadi iyisiniz, işte size karşılanmazsa boşluk ve eksiklik hissiyle kendini belli edecek dört temel ihtiyacınız:)
  1. Yaşamak:Gıda, giyim, barınak, ekonomik refah, sağlık gibi şeylere duyulan fiziksel ihtiyaçlar
  2. Sevmek: Diğer insanlarla bağ kurmak, ait olmak, sevmek ve sevilmek için duyulan toplumsal ihtiyaçlar
  3. Öğrenmek: Gelişmek ve büyümek için duyulan zihinsel ihtiyaçlar
  4. Ardında bir miras bırakmak: Anlam, amaç, iç tutarlılık ve katkı anlayışına sahip olmak için duyulan ruhsal ihtiyaçlar
Bu ihtiyaçları ayrı bölümler olarak görür, bunlar arasındaki dengeyi bir alandan ötekine, her birinde düzenli zaman geçirebilecek kadar hızlı koşmak olarak düşünürsek yine hata ederiz diyor Covey ve ancak bu dört ihtiyacın birbiriyle kesiştği merkezde gerçek iç dengeyi ve derin tatmin duygusunu bulacağımızı vurguluyor. 
Bu dengeyi bulmak için yola çıkmak ve saate bakmaktan nerede olduğunu bile unuttuğunuz pusulanızı yeniden bulmak üzere bir arayışta Covey'in Önemli İşlere Öncelik kitabının size de söyleyeceği şeyler olabilir belki, bana söylediklerini burada özetlemeye gayret ettim.

4 Temmuz 2010 Pazar

Zaman yönetilebilir mi?

Dünyanın en mühim işlerinden birini yapmıyor, en hareketli hayatlarından birini yaşamıyorum. Yetişemediğim, yetişmemin çok elzem olduğu pek bir şey yok aslında.
Hal böyleyken verimlilik konusundaki uslanmaz arayışımın kökeninde bugünü değil, annemin çocukken biraz mayıştığımızda ittire kaktıra bize bir iş güç bulan, her daim yapılacak bir şeyler olması gerektiğini beynimize kazıyan tavırlarının olduğunu düşünmek yanlış olmaz herhalde.  Benim bu "vız vız aaarııı" mirasıyla ne yapacağımı bilememem, habire optimize ettiğim işlerden ortaya çıkan zaman neye harcanacak  kestirememem en temel problemlerimden biri şu anda(Ne o, 24 saat yetmiyor yazısı mı bekleniyordu yoksaa:) )?
Beni problemimle başbaşa bırakıp -milyonlarca insanın girip çıktığı bloggerda beni yalnız bırakın tribi de iyiymiş- verimlilik mevzuuna dönersek, bu yazıyı yeni bitirdiğim bir Stephen Covey kitabına borçlu olduğumuzu söyleyebilirim.
Kitaplığım şöyle bir yoklandığında, ilk zaman yönetimi kitabını üniversite birinci sınıfta aldığım görülüyor. Demek ki o vakte kadar annemin "Ne oturuyosun?Kalk bakiim, xyz yap" ları yeterli eğitimi sağlıyormuş. Alan Lakein'in Zaman Hayattır'ını almış, altını çize çize de okumuşum. Yıllardır günlük iş listelerinin yanına koyduğum A,B,C'leri Alan'dan kapmışım.
Arada bu konu üstüne pek çok kitap daha okuduğumu, hiç birinin Alan kadar kalıcı bir etki bırakmadığını hatırlıyorum. Geçen zamanda verimliliğe değil ama metodolojilere inancım biraz zayıflamış, "herkesin kendi yolu olmalı" diye bir fikir geliştirmiş ama o yolu henüz bulamamışım. Tekmili Batılı yazarların elinden çıkma kişisel gelişim ve verimlilik kitaplarının sık sık saldırganlaşabilen "tuttuğunu kopar" üslubunu Doğu'nun hayatı daha derinden algılamaya yönelik yanıyla örtüştürmeye kendi bilgim ve gücüm yetmeyince bu kitaplara biraz şüpheyle bakmışım ama MBA kapsamında SUNY'den aldığım etkileyici yönetim derslerinde ek kaynak olarak önerilen kişisel gelişim kitaplarına, parmak ısırtan CV'lere sahip yazarlarına, kitapların arkasındaki uzun soluklu bilimsel araştırmalara bakınca inancım kısmen geri gelmiş. Tüm meşhurluğuna rağmen(evet, meşhur kitaplara biraz gıcığım; evet, çok şey kaçırtıyor olabilir bu durum bana; evet, kendi kendime konuşuyorum) Önemli İşlere Öncelik'e elimin gitmesi de bu inanç sayesinde olmuş .
Covey Harvard MBA'li, bir gerçek, dört fahri doktoralı, kariyerinin büyük bölümünü Brigham Young Üniversitesi'nde örgütsel davranış dersleri veren bir profesör olarak sürdürmüş bir isim. İşleri önceliklendirmek konusunda ilk yüzünüze çaptığı şey aşağıdaki zaman yönetimi tablosu:
Bu tabloda, II. Kare "Kalite Karesi" olarak tanımlanıyor ve bu kareyi ihmal etmenin I. Kare'yi besleyip genişleterek, tüm zamanlarını aciliyet bağımlılığı ile harcayanlar için stres ve tükenme yarattığı söyleniyor. III. Kare, I. Kare'nin hayaleti, "Yanıltma Karesi". Acil durumların tozu dumanı, önem yanılsaması yaratıyor, aslında başkaları için öncelikli olan işlerle kendimizi I. Kare'de sanmamıza neden oluyor. IV. Kare ise "İsraf Karesi", adı üstünde burada hiç zaman harcamamak gerekiyor.

Covey notlarına devam edeceğim ama şimdilik yukarıdaki tablo ile noktalasam bu uzun yazıyı iyi olacak:) Bu tablo, zamanı nasıl geçirdiğinize bakmanın bir yolu, bence fena bir yol da değil. Dünya, zamanın yetmediğinden dert yanan insan kız ve oğullarıyla dolu dolu olmasına da "zamanı kullanım şeklinizi, yani yaptıklarınızı değiştirmeden sonuçların değişmesini beklemek" de biraz şaşkınlık, değil mi? Delilik için yapılan tanımlardan biri, "aynı şeyleri yapmaya devam edip, değişik sonuçlar beklemek"miş. Bu minvalde, aklınızı başınıza toplayın:) vee zaman yönetimini dert edinin. 
Başlıktaki soru mu? Bu zaman, niye verildi sizce?

10 Haziran 2010 Perşembe

Ankara'da Bu Haziran Kasım'ı Cebinden Çıkarır



Ankara'da 
yağmursuz bir günün geçmediği bu Haziran'a bayıldığımı itiraf etmekten çekiniyorum;"çok gülersen ağlarsın" kültürünün pek endişeli üyelerinden biriyim çünkü.İş için eğitim aldığım bir eğitmen pek tezcanlı benin açık çantasını görüp "çantanız açık kalırsa bereketi kaçar" dediğinden beri yıllardır kapanamayan çantamın artık hiç açık kalamamasında olduğu gibi, yağmurlara çok sevinirsem resimdeki görüntülerin artacağını düşünecek kadar safım. 
Haziran yağmurlarının birazcık ötesine geçmiş bu yağmurların beni bu kadar mutlu etmesini de saflığıma versek mi? Verelim, verelim de bir takıntı da buradan çıkmasın bana: Ben safım, yağmurlar da çok güzel.

8 Haziran 2010 Salı

*Qu'est-ce que le cinéma?

  • Neden film izliyoruz?
  • Sayısı her geçen gün artan fantastik filmler neden?
  • Korku filmleri neden?
  • Yalnız çocuklar için olmadığı aşikar olan animasyonlar neden?
  • Son anda dünyayı kurtaran yaşlı bilimadamlarının evlerinin giderek güzel, daha güzel  tasarlanması, "Ah işte böyle bir salon yeter, böyle bir kitaplık, bu lamba, bu antika görünümlü şahane sandalye, büyüleyici bir manzaraya açılan bu kocaman pencereler" dedirtmesi neden? (favori sinema karelerimden:))
Bu öğlen kahvesinde sinemada kişisel beğenilere kısa bir girişten, yeğenimin izlediği son film hakkındaki blog yazısını okuduktan sonra bunları düşündüm, yeniden.



*Sinema Nedir, Andre Bazin, İzdüşüm Yayınları

6 Haziran 2010 Pazar

SBS:Seni Bu kadarr Seviyoruz!

 


Okul, 

dersane, 
SBS, 
tebrikler ve fırçalar, 
öğütler ve öğrenmeler 
derken bütün bir yıl böyle geçti. 






Şimdi rahatlama 
ve 
"Nasıl iyi tatil yapılır?" dan yüksek not alma 
zamanı 

:)

2 Mayıs 2010 Pazar

Büyük kitap




Henüz...



bahçemiz yok,


ama...


umudumuz 


ve 


kitabımız var:)