kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2011 Perşembe

Kitap Mevsiminde...

Bir haftalık tatili, İstanbul Kitap Fuarı ile aynı vakte denk getirebilince,
İstiklal'e beş dakikalık mesafede, mini mutfaklı, tıkır tıkır çay kaynatabileceğiniz bir otel odası bulunca,
dışarıda durmadan çisil çisil yağan yağmura, hafif bir soğuk algınlığı eşlik edince,
akşamları, odada, mandalinaların, Hacı Bekir akidelerinin ve kendinizin bile şaştığı bir kitap çeşitliğinin ortasında oturup, bir yudum çay, iki dilim mandalina, bir cevizli lokum, iki güllü akide diye diye sayfalar arasında kaybolunur. 
Kitap Fuarı'ndan taşınmış torbalara İstiklal'deki kitapçılardan, Aslıhan Pasajı'ndaki sahaflardan alınmış ganimetler de eklenir. 
Tamam, Cin Ali Kır Gezisi'nde hep aklın bir köşesindedir, eski baskısı bulunamamış da olsa, sınırlı sayıdaki yeni baskılardan birine karşı konulamamış olması yine de izah edilebilir. Edilebilir de, şu Dilaver Harman Yerinde neyin nesidir? Fazlaca lokum, soğuk algınlığı ve yağmurun yan etkisi mi?

9 Kasım 2011 Çarşamba

Başka Kitap, Aynı His...

"Uzun zamandır bu kadar bitmesini hiç istemediğim bir kitap olmamıştı. İlk gün bitirebilirdim ve sonuna kadar okumak kadar hiçbir şey de cazip gelmiyordu aslında; ama kıyamadım ve günlere bölüştürdüm. Hala bitirmiş değilim kitabı. Dün okumadım. Elimde çok değerli bir şey olduğunun farkındayım ve onu elimden geldiğince idareli kullanmaya çalışıyorum, kitaptan öğrendiğim gibi." demiş Emre Özgüder, Marie Helen Haushofer'in Duvar'ından bahsederken.
Daniel Pennac'ın Okul Sıkıntısı ve ben de, Emre Özgüder ve Duvar gibiyiz bugünlerde. Bir Fransıza hayran olmama ramak kalmış gibi hissediyorum.

24 Temmuz 2011 Pazar

Düşünmekle Yapmak Arasındaki Fark...

Bitmek bilmeyen bir Almanca öğrenme serüvenim var. Bu serüvenin biraz ağır aksak yürümesine kızardım önceden, şimdi geçti, alıştım bunun benim için bulmaca çözmek gibi arada bir yaptığım bir şey olmasına. Bununla ilgili emin olduğum tek şeyse şu: Bana sorsaydınız ben denemeden önce, Almanca öğrensen ne olur deseydiniz, söyleyeceklerim, Almanca öğrenmeyi denedikten sonra, yani şimdi, söyleyeceklerimden çok farklı olurdu. İşin sonunu kestirebileceğimi sanır ve fena halde yanılırdım. İstediğim kadar iyi Almanca konuşamasam da o koşturmacalı Goethe Enstitüsü günlerinden çok iz taşıyorum üstümde. O izlerden biri de "Yapmakla düşünmek aynı şey değil"i gerçek anlamda idrak etmemi sağlaması. Bu yüzden, eleştirmekten pek korkmasam da eleştirinin ölçüsünün ne kadar rahat kaçabildiği durduruyor artık beni sıklıkla. Kendi yapmadığın şeyi eleştirme demiyorum ama en azından kendinden geçerek eleştirme, iğneyi kendine batır önce.
Kitap yazıyor ve üstelik bu işten para kazanabiliyor diye alt fikri saldırganlık olan ve ne kitap okuruna ne yazara bir şey kazandırmayan eleştirilerin hedefi Elif Şafak'a ısınmam Aşk'a rastlar. Isınmak hafif kalır hatta, gizliden bir hayranlık duyuyorum son zamanlarda, kitap yazmanın çilesini çekercesine çalıştığını düşündüğüm bu kadına. Önceki gün Jonathan Safran Foer hakkında ABD kaynaklı sitelerdeki eleştirileri tararken bir Elif Şafak  incelemesi yapıyormuşum gibi geldi. 34 yaşında, yazar, üstelik yalnızca yazarak milyon dolarlar kazanabilen, yüzyılın en etkili isimleri türünden listelere girmiş  bu haddini bilmeze(!) haddini bildirme arzusunda onlarca eleştiriye rastladım. Günahı bir değil, iki değil, tutmuş bir de kendisi gibi başarılı bir yazar olan Nicole Krauss'la evlenmiş, densiz Foer. Eleştiriler manevi değerleri (Yahudi soykırımı, 11 Eylül...) para kazanmaya alet etmelerinden başlıyor, birbirleri ile paslaşarak kitap yazmalarına kadar varıyor Foer ve Krauss için. Bu eleştirileri yazanlar genelde "Biz de bilirdik bu değerleri konu alan kitaplar döktürmeyi ama saygımızdan yapmadık" gibi bana pes dedirten bir açıklamayı da eksik bırakmıyorlar. 
Allah aşkına, bir Foer cümlesi ile anlatabiliyorduysan o durumu, duyguları, niye tutuyorsun kendini, tutma. İyi bir yazar, öyle hayat veriyor ki sözcüklere, sanki kafanda uyuyup durmakta olan, varlığını hissettiğin ama emin olmadığın bir yer uyanıveriyor. Artık aklının, kafanın bir parçası oluyor orası da. O sözcükleri okumamış olsan aynı insan olmayabilirsin sanki. Yazmayı dene, "Yazsaydım şöyle olurdu" diye düşündüğünden ne kadar farklı olduğunu göreceksin sonucun. Foer, Şafak, Krauss değilsen belki ne olduğun, ne kadar olduğun gerçeği dank eder kafana, kendine gelirsin. Yok eğer sen de öyleysen hakkını teslim ederiz, onlardan esirgemediğimiz milyonları sen de kazanırsın, biz yazdıklarını okur kendimize geliriz, fena mı?

18 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Kadın...

"Sizden bir ricam var, sevgili Bayan Billings. Sizin benim adıma Amerika'daki yayıncı ve dergilerle ilgilenen tek yetkili kişi olmanızı istiyorum. Yayımlatmayı becerdiğim her şeyin yüzde ikisini sizin almanızı isterim. Bu miktarın şu anda çok fazla olmadığını biliyorum ve yayıncılar dünyası ile irtibatınızın sorun ve zorluklarını bu miktar telafi etmez. Ancak başarılı olursam daha anlamlı bir şeye dönüşebilir. Üstelik sizinle çalışmaktan daha mutlu olacağım."

Yukarıdaki satırlar, yandaki zarif hanım tarafından, 3 Temmuz 1923'te yazılmış bir mektuptan alındı. Başkalarından bir şey istemenin kendi ayakları üstünde sağlam duran bir kişilikle örtüşmeyebileceğine dair bir eğitimin izlerini taşıyan ama bu durumun dengelenmesi gereken bir marazilik içerdiğini de kabul eden  bendeniz için İpek Çalışlar'ın Halide Edib'indeki en etkileyici bölümlerden biri bu satırlar. Evet, bu zarif hanım, Halide Edib. Çok ricacı olmadan, durumu her iki taraf açısından da ortaya koyarak, karşısındakini onurlandıran ama lafı çok da uzatmayan bir üslupla ne istediğini bu kadar güzel anlatan Halide Edib'in kafası hayatı boyunca bu derece berrak olmuş sanki. Farklı konulardaki fikirleri ve yaptıkları başkaları tarafından çelişkili bulunsa da bugünden geçmişe bakılınca Halide Edib'in karmaşık düşünebilme becerisi, zekanın doğal bir sonucuymuş gibi görünüyor. Yaşadığımız zaman, uzun süredir var olan sorunları çözmek için artık eski yolların işe yaramadığı, daha karmaşık düşünüp daha iyi çözümler üretilmesi gereken bir zaman. Böylesi bir zamandan bakıp Halide'yi anlamak daha kolay belki. Oral Çalışlar "derin araştırmacı" diye tanımladığı eşi İpek Çalışlar'ın bu kitabı için "Halide Edib’in bir roman tadındaki yaşam öyküsü, ‘resmi tarih’ çarpıtmalarından sivil tarih yazımına doğru bir yolculuk olarak okunabilir" demiş. Derinlemesine bir Türk kadın entelektüeli anlatan bu güzel kitabı benim için değerli kılan şeylerden biri de, bu yolculuk oldu.

17 Eylül 2010 Cuma

Az gitmişler, uz gitmişler


...dere tepe düz gitmişler, iki köy üç şehir dolanmış, göremediklerine tühlenip görebildikleri ile yetindikleri bir bayramı daha bitirmişler.Bu gitmeler arasında bir vakit, masal kızının padişah babasının sarayında soluklanma fırsatı olmuş, bir de ne görsün? Babası yeni yaptırdığı saray kütüphanesine nicedir gizli dolaplarda tutulan kitapları bir bir yerleştirmemiş mi yeniden?
Çocukken, her birini en az 5-6 kez okuduğu kitaplar, nerelerde olduğunu merak ettiği Türk Masalları, Kemalettin Tuğcu'lar, bir masal kitabı sandığı Kelile ve Dimne, Ömer Seyfettin'ler, şimdi "Bu yaşımda hala neden okumadım ki?" diye hayıflandığı ve aslında daha küçücük bir kızken okumaya çalıştığını, hatta biraz eciş bücüş bir yazıyla büyüklerden özenip kendi adını ilk sayfasına not düştüğünü hatırladığı Mor Salkımlı Ev, resimlerine onlarca kez baktığı, fasikül fasikül biriktirilmiş eski dönem ansiklopedileri, babasının bir vakitler kocaman görünen kitapları, kapağındaki hüzünlü adam aklına yer etmiş o Menderes kitabı hele, hepsi burada yerlerini almamış mı?
En sevdiği Heidi'sinin 1972 basımı olduğunu görünce pek keyiflenmiş masal kızı. 
Harry Potter çağından yeğeninin kitaplarından Hayaletin Çırağı'nın kaliteli kağıttan kapağının yanında pek havasız ama ne gam? İnsanların hala kitap alabildiği bir ülkede geçmekte imiş masal. Sabah metroyla işe giderken "Daha çok mu kitap okuyor herkes ne?" diye düşündüren, daha dün bir gazetesinde yayıncıların "arzu ettiğimiz satış rakamlarına yeni yeni ulaşıyoruz" dediğini okuduğu bir ülkede. 
"Her insanın hayatı, Tanrı'nın yazdığı bir peri masalıdır" demiş Andersen. İflah olmaz bir iyimsermiş masal kızı, bayram biterken, bunları, güzel ülkesini, basit ama her biri kendi masalını yaşayan, en çok da bayramlarda yolunun kesiştiği hayatları düşünmüş, inanmış masalın mutlu devam edeceğine, Harry Potter okuyanların daha güzel günler göreceğine.

11 Temmuz 2010 Pazar

Devam:Zaman yönetilebilir mi?


Şurada giriş yaptığım, zaman yönetimi konusunda Covey'in  benim de yürüdüğüm yolları betimlediği zaman yönetiminin "üç kuşağı" üstünde durmaya değer. 
  • Birinci Kuşak: Bu kuşaktaysanız, yapılacak işler listesini yanınızda taşır ve yapacağınız işleri unutmamak için bakarsınız.Günün sonunda, amaçladığınız işlerin çoğunu bitirmiş ve listeden silmiş olmayı umarsınız(eee? demeye başlıyorsunuz bir süre sonra).
  • İkinci Kuşak: Bu kuşaktaysanız, randevular verir, taahhütlerinizi kaydeder, bir işin bitmiş olması gereken son tarihleri tanımlar, toplantıların yapılacağı yerleri not edersiniz(eeee? nin üstüne pıtır pıtır geçen zamanın ardından bakakalma hissi).
  • Üçüncü Kuşak: Bu kuşaktaysanız, herhalde değerlerinizi ve önceliklerinizi berraklaştırmak için biraz zaman harcamış, kendinize "Ne istiyorum?" diye sormuş, uzun, orta ve kısa vadeli hedeflerinizi belirlemişsinizdir.Etkinliklerinizi günlük olarak öncelik sırasına dizersiniz(Ne istediğinizi unutmuş olabiliyorsunuz, istediğinizi sandığınız şeyler gerçekten önem verdiğiniz şeyler mi yoksa hayatın getirdikleri mi birbirine karışmış oluyor. Bu berraklaştırma işi emek istiyor, yetişilmesi gereken şeyler "acil görünmeyen" bu emek işini, hep öteliyor).
Bu kuşaklardaki deneyimler, "daha az zamanda daha çok iş bitiriyorum" seviyesine gelmenize ve verimlilik anlamında önemli artılar kazanmanıza yardım etse de verimlilikle etkililik aynı şey olmayabiliyor. Daha çok işi daha hızlı yapmak, doğru olanı yapmanın yerini tutamıyor. Covey, yukarıdaki yöntemlerin, bize bir saat verdiğini ama aslında ne yapmak istediğimizi gösterecek bir pusulamız olmadan bu saatin tek başına mekanik bir beceri olmaktan öteye gidemediğini söylüyor, "işte bu" dedirtiyor. Zaman yönetiminde dördüncü kuşağa geçmek için insanın dört temel ihtiyacına cevap verecek kendi iç pusulasını bulması gerekli. Hadi iyisiniz, işte size karşılanmazsa boşluk ve eksiklik hissiyle kendini belli edecek dört temel ihtiyacınız:)
  1. Yaşamak:Gıda, giyim, barınak, ekonomik refah, sağlık gibi şeylere duyulan fiziksel ihtiyaçlar
  2. Sevmek: Diğer insanlarla bağ kurmak, ait olmak, sevmek ve sevilmek için duyulan toplumsal ihtiyaçlar
  3. Öğrenmek: Gelişmek ve büyümek için duyulan zihinsel ihtiyaçlar
  4. Ardında bir miras bırakmak: Anlam, amaç, iç tutarlılık ve katkı anlayışına sahip olmak için duyulan ruhsal ihtiyaçlar
Bu ihtiyaçları ayrı bölümler olarak görür, bunlar arasındaki dengeyi bir alandan ötekine, her birinde düzenli zaman geçirebilecek kadar hızlı koşmak olarak düşünürsek yine hata ederiz diyor Covey ve ancak bu dört ihtiyacın birbiriyle kesiştği merkezde gerçek iç dengeyi ve derin tatmin duygusunu bulacağımızı vurguluyor. 
Bu dengeyi bulmak için yola çıkmak ve saate bakmaktan nerede olduğunu bile unuttuğunuz pusulanızı yeniden bulmak üzere bir arayışta Covey'in Önemli İşlere Öncelik kitabının size de söyleyeceği şeyler olabilir belki, bana söylediklerini burada özetlemeye gayret ettim.

4 Temmuz 2010 Pazar

Zaman yönetilebilir mi?

Dünyanın en mühim işlerinden birini yapmıyor, en hareketli hayatlarından birini yaşamıyorum. Yetişemediğim, yetişmemin çok elzem olduğu pek bir şey yok aslında.
Hal böyleyken verimlilik konusundaki uslanmaz arayışımın kökeninde bugünü değil, annemin çocukken biraz mayıştığımızda ittire kaktıra bize bir iş güç bulan, her daim yapılacak bir şeyler olması gerektiğini beynimize kazıyan tavırlarının olduğunu düşünmek yanlış olmaz herhalde.  Benim bu "vız vız aaarııı" mirasıyla ne yapacağımı bilememem, habire optimize ettiğim işlerden ortaya çıkan zaman neye harcanacak  kestirememem en temel problemlerimden biri şu anda(Ne o, 24 saat yetmiyor yazısı mı bekleniyordu yoksaa:) )?
Beni problemimle başbaşa bırakıp -milyonlarca insanın girip çıktığı bloggerda beni yalnız bırakın tribi de iyiymiş- verimlilik mevzuuna dönersek, bu yazıyı yeni bitirdiğim bir Stephen Covey kitabına borçlu olduğumuzu söyleyebilirim.
Kitaplığım şöyle bir yoklandığında, ilk zaman yönetimi kitabını üniversite birinci sınıfta aldığım görülüyor. Demek ki o vakte kadar annemin "Ne oturuyosun?Kalk bakiim, xyz yap" ları yeterli eğitimi sağlıyormuş. Alan Lakein'in Zaman Hayattır'ını almış, altını çize çize de okumuşum. Yıllardır günlük iş listelerinin yanına koyduğum A,B,C'leri Alan'dan kapmışım.
Arada bu konu üstüne pek çok kitap daha okuduğumu, hiç birinin Alan kadar kalıcı bir etki bırakmadığını hatırlıyorum. Geçen zamanda verimliliğe değil ama metodolojilere inancım biraz zayıflamış, "herkesin kendi yolu olmalı" diye bir fikir geliştirmiş ama o yolu henüz bulamamışım. Tekmili Batılı yazarların elinden çıkma kişisel gelişim ve verimlilik kitaplarının sık sık saldırganlaşabilen "tuttuğunu kopar" üslubunu Doğu'nun hayatı daha derinden algılamaya yönelik yanıyla örtüştürmeye kendi bilgim ve gücüm yetmeyince bu kitaplara biraz şüpheyle bakmışım ama MBA kapsamında SUNY'den aldığım etkileyici yönetim derslerinde ek kaynak olarak önerilen kişisel gelişim kitaplarına, parmak ısırtan CV'lere sahip yazarlarına, kitapların arkasındaki uzun soluklu bilimsel araştırmalara bakınca inancım kısmen geri gelmiş. Tüm meşhurluğuna rağmen(evet, meşhur kitaplara biraz gıcığım; evet, çok şey kaçırtıyor olabilir bu durum bana; evet, kendi kendime konuşuyorum) Önemli İşlere Öncelik'e elimin gitmesi de bu inanç sayesinde olmuş .
Covey Harvard MBA'li, bir gerçek, dört fahri doktoralı, kariyerinin büyük bölümünü Brigham Young Üniversitesi'nde örgütsel davranış dersleri veren bir profesör olarak sürdürmüş bir isim. İşleri önceliklendirmek konusunda ilk yüzünüze çaptığı şey aşağıdaki zaman yönetimi tablosu:
Bu tabloda, II. Kare "Kalite Karesi" olarak tanımlanıyor ve bu kareyi ihmal etmenin I. Kare'yi besleyip genişleterek, tüm zamanlarını aciliyet bağımlılığı ile harcayanlar için stres ve tükenme yarattığı söyleniyor. III. Kare, I. Kare'nin hayaleti, "Yanıltma Karesi". Acil durumların tozu dumanı, önem yanılsaması yaratıyor, aslında başkaları için öncelikli olan işlerle kendimizi I. Kare'de sanmamıza neden oluyor. IV. Kare ise "İsraf Karesi", adı üstünde burada hiç zaman harcamamak gerekiyor.

Covey notlarına devam edeceğim ama şimdilik yukarıdaki tablo ile noktalasam bu uzun yazıyı iyi olacak:) Bu tablo, zamanı nasıl geçirdiğinize bakmanın bir yolu, bence fena bir yol da değil. Dünya, zamanın yetmediğinden dert yanan insan kız ve oğullarıyla dolu dolu olmasına da "zamanı kullanım şeklinizi, yani yaptıklarınızı değiştirmeden sonuçların değişmesini beklemek" de biraz şaşkınlık, değil mi? Delilik için yapılan tanımlardan biri, "aynı şeyleri yapmaya devam edip, değişik sonuçlar beklemek"miş. Bu minvalde, aklınızı başınıza toplayın:) vee zaman yönetimini dert edinin. 
Başlıktaki soru mu? Bu zaman, niye verildi sizce?

2 Mayıs 2010 Pazar

Büyük kitap




Henüz...



bahçemiz yok,


ama...


umudumuz 


ve 


kitabımız var:)