30 Haziran 2011 Perşembe

Anneannem, Erzurum ve Erzincan Tulum Üzerine

Etkili yazı başlığı bulmanın üç sırrı varsa, kahve6 kesin ikisini bulmuştu(bkz. başlık). Bu fevkalade(!) başlığı boşa harcayacak değildi ya, işte Erzurum-Erzincan yazısı;).
Kemaliye'den sonra doğrudan Erzurum'a geçmeye karar verdik. Erzurum, bana hep uzaklarda güzel bir yer hissi verirdi. Sarı gelinin şehri. Bir "sarı gelin" di benim anneannem de, ben saçlarını hep beyazken görmüş olsam da. Ak tenli, çakır gözlü, uzun boylu, annemin "Annesini özledi mi bir bakardık, annem atın üstünde" diye anlattığı bir hanımağa. Anneannemin artık olmadığı zamanlarda, Sarı Gelin türküsü benim ağlak Türk kadını olma yolundaki ilk adımlarımdan birini atmamda etkili rol oynamıştır. Ne zaman duysam bu türkü anneannem artık, anneannem sarı gelin. "Vermem seni ellere, nice ki bu halim sağ" diyemeyeceğim yerlere giden anneannem. Neyse ağlak Türk blogger'lığında da ilerlemeden Erzurum yazısına geçeyim.
Erzurum'la buluşmamız beklediğim gibi olmadı ne yazık ki. Sağında, solunda, üstünde neredeyse tek satır tanıtıcı yazı olmayan, kapısı kapalı, niye kapalı olduğunu, ne zaman açılacağını bilemediğin tarihi mekanlar bir yanda, üstüne üstüne gelen insan kalabalığı diğer yanda. 
Hayal kırıklığımı hafifletmek için kendimi yemeğe verdim; bir kaç kez kadayıf dolması, kendi kapasiteme göre fazlaca cağ kebabı. Cağ kebabı için iyi bir adres aradığınızda karşınıza ilk çıkan yer Koç Cağ Kebap.
Herkesin kabul ettiği lezzetlerinin yanısıra çok hızlı, içten bir servisleri var. Kadayıf dolması içinse daha iddialı konuşabilirim çünkü bir kaç yerde kadayıf dolması yedik, Muammer Usta'nınki gerçekten farklıydı: Gevrek ve leziz.

Bir de Erzurum'daki otlu çayları unutmayacağım, galiba özellikle bu şekilde tercih ediyorlar. 
Erzurum'u kış vakti karlar altındayken, kendi mevsimindeyken görsem farklı hisseder miydim? Tarihi eserlere böyle küser miydim(Kazım Karabekir hakkında daha çok okuma merakı uyandıran Atatürk Evi müstesna)? Erzurum affet bu seferlik ama sana daha iyi bakmaları gerekmez miydi?
Erzurum'dan tekrar Sivas'a dönmek üzere yola çıkıp yol üstünde Tercan'daki Mama Hatun(Saltukoğulları hükümdarı II. Saltuk'un kızı Mama Hatun, 1191'den sonra on yıl süre ile Saltukoğullarının hükümdarı olmuş!!) Külliyesi'ne ve sonra da Erzincan'a uğradık. 
        

Ahh, benim gibi bir Erzincan tulumsever için ne yanlış zamanlama:(. Yaz başı olduğu için peynirler yeni yeni tulumlara basılıyor, sonbahar gibi çıkacaklar. Üstelik günlerden Pazar, Peynirciler Sitesi de kapalı. Neyse ki en iyisinin Kemah ve İliç'ten çıktığı söylenen bu güzel peynirin tazesinden Kemaliye Bozkurt Otel'in kahvaltısında tadabilmişiz biraz. Erzincan'da nefsimi Ayla'nın Mutfağı'ndaki gendime çorbası ve bulguru belirgin, leziz içli köfte ile körelttim. Ayla'nın Mutfağı şehir merkezindeki Ermerkez'de. Erzincan'ın en hoş yanlarından biri de bu isimler: Erimpaş, Ermısır, Ermerkez. Bu kadar sevilen kaç kent ismi var ki, bravo Erzincanlılara:).
Erzincan'ın çevresinde ilgimi çeken şeylerden biri de çiftlikler. Herhalde çok büyük olmalılar ki, İsrail'de gördüklerimiz gibi isim tabelaları var hepsinin: ...Hanım Çiftliği, ... Bey Çiftliği. Tam benim gibi bir çiftçilik meraklısına göre. Blogun ismini değiştirip Kahve6'nın Çiftliği mi yapsam?
Erzincan'da peynir konusundaki başarısızlığımız iş bakırlara gelince bir başarı öyküsüne dönüştü. Şehrin merkezindeki Bakırcılar Çarşısı'nda, tam geziye çıkmak üzereyken kırılan sürahimizi yeniledik, misafirlerimiz için de bir bakır çaydanlık aldık. Gezerken alışveriş yapmayı pek sevmiyorum taa ki satılan şeylerin öyküsünü anlatabilen bir satıcı ile karşılaşana kadar. Erzincan'da bakır satanların çoğu aynı zamanda üretici anlaşılan, çünkü size sattıkları şeyin deseni neden öyle, sırf desen yüzünden fiyat neden fark eder, kararan bakır çaydanlığı temizlemenin en kolay yolu nedir, hepsini anlatıyorlar bir bir. Erzincan'ı sevmem için tulum peynirine bir de bu sıcak insanlar ekleniyor. Peynire de onların eli değiyor zaten, tabii şu haylazları da unutmamak lazım.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Divriği, Kemaliye(Eğin)

UNESCO'nun 1985 yılında yaratıcı insan dehasının ürünü olması ve  insanlık tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin ya da mimari veya teknolojik peyzaj topluluğunun değerli bir örneğini sunması  kriterlerine uygun bularak Dünya Kültür Mirası Listesi'ne aldığı bir eser için her tarih meraklısı yola düşmeyi göze alır. Biz de öyle yaptık. Sabah Sivas'tan arabayla yola çıkıp, yol üstünde pek uygun bir mola yeri olmadığı bilgisiyle girdiğimiz Ulaş'ta 10 tl'ye iki kişi, yediğimiz en leziz pidelerden biri ile karnımızı doyurduktan sonra hem de. 
Divriği bugün, yeşillikler içinde küçük bir şehir ama XIII.-XIV. yüzyıllarda Mengücekoğulları Beyliği'nin en önemli merkezi olmuş. Bu beyliğin tarihteki varlığı 200 yıl kadar sürmüş ve Selçuklulara bağlı bir beylik olarak dönemlerindeki siyasi çekişmelerden, savaşlardan uzak kalan Mengücekoğulları deyim yerindeyse enerjilerini birbirinden güzel eserlerin yapımına harcamışlar. Bu eserlerden en etkileyicisi, UNESCO'nun da hakkını verdiği Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası. 
 Eserin  camii kısmı Mengücek Beyi Ahmet Şah, darüşşifa kısmı ise eşi Turan Melek tarafından yaptırılmış. UNESCO'nun sitesinde tam karşılığını bulamadım ama bu yönüyle de eserin XIII. yüzyılda kadın-erkek eşitliğinin bir göstergesi olarak kabul edildiği söyleniyor. Bu arada darüşşifa bir nevi konukevi: Bu eve gezgin hekimler uğrar, hastaları muayene ederlermiş. Başmimarın Ahlat'lı Hürremşah olduğu eserin yapımında altı sanatçının çalıştığı tespit edilmiş. Bu sanatçılar eserin özellikle kapıları üzerinde öyle ince işlemeler yapmışlar ki kapılardan birine uzmanlar "Tekstil Kapı" adını vermişler.Türklerin anayurtlarından getirdikleri kültürü yavaş yavaş İslamiyet'le yoğurduğu hissi veren motifler çok çeşitli: Bitkisel motifler, hayvansal motifler, geometrik desenler, kuşlar, hatta saç örgülü bir kadın başı ve karşısında bir erkek başı kabartması(Tahmin edebileceğiniz üzere pek çok motif sapasağlamken bu kabartmalar değil).
Şehre hakim bir noktadaki darüşşifanın etrafında döne döne dolaşıyoruz. Nihayet oradan ayrılabildiğimizde Divriği'de peşine düşmek istediğim şeylerden biri de Evliya Çelebi'nin "Rum- Arap ve Acem ülkelerinde bu Divriği’deki kediler kadar nazlı sevimli, avcı, edepli kedi bulunmaz. Gerçi Mısır elvahının, Trabzon’un ve Sinop şehirlerinin kedileri de meşhurdur amma bu Divriği’de yağlı, iri, samur gibi parlak postlu renkli kediler yetişir. Hatta Acem(İran) ülkesinde Erdebil vilayetine hediye götürülerek orda tellallar kafes içinde başlarında gezdirip büyük pazar yerlerinde ve bedestanda “bir tomuş, iki tomuş diye satarlar." diye anlattığı Divriği kedileriyken iş yerinden gelen bir telefonla gerçek dünyaya dönüp, telefonu kapattığımda kendimi arabada, Kemaliye(Eğin) yolunda bulduğumdan bu şimdilik bir hayal olarak kalıyor. Zaten bu "tomuş"ları görsem tanıyabilecek miyim orası da belirsiz, yakından bildiğim tüm kediler tekir:).
Kemaliye yolu oldukça yorucu. Biz geçerken, dar olan yolun genişletilmesi için öyle bir çalışma yapılıyordu ki zaman zaman "Yol nerede?" diye tartışıp karar vererek ilerledik. Kemaliye, Fırat kıyısında dik sayılabilecek bir yamaç boyunca yerleşmiş, pek tenha, böyle bir coğrafyada bulunca "Neden burada?" diye şaşıracağınız türden bir masal kasabası.
 Zengin meyve ağaçlarıyla dolu bahçeler (dut her yerde), evlerin arasından akan derecikler, minik şelaleler, restore edilmiş konaklar arasından gece gökyüzündeki tüm yıldızları görebildiğiniz bir vaha. Bozkurt Restaurant'ın leziz ev yemekleri, kahvaltıda taze peynirler, fotoğrafını çekmediğim için sonradan hayıflandığım Kemaliye ekmeği, "Bu akşam yapacak pek bir şey yok, yalnız düğün var, sizi kına gecesine göndereyim mi?" diyen Bozkurt Otel'in sahiplerinden Şükrü Bey'in sıcak ev sahipliği de cabası.
Raftinge elverişliliği nedeniyle dışarıdan misafir ağırlamaya alışkın Kemaliye, geçmiş değerleri korumak ve herkesle paylaşmak konusunda da titiz. Demircioğlu ailesinin altı kuşaktır yaptığı kapı tokmakları buna örnek. 
El emeği göz nuru bu tokmaklardan satın alabiliyor, hatta beğendiğiniz bir modeli web sitelerinden sipariş de verebiliyorsunuz. Mustafa Bey, ikram ettiği çay eşliğinde küçük bir tokmağın üç günde yapıldığını, bu emeğe karşılık kıymeti bilinmeyen tokmakları yıkıntılar arasından topladığını anlatıyor. Biz de kendimize bir tokmak beğeniyor, dut pekmezlerini, dut kurularını da sırtlanıp Belediye Çay Bahçesi'nde yeni işe başlamış "İlk size kahve yapıyorum, olmuş mu?" diyen, orta kahveyi pek kimsenin tutturamadığı kadar iyi tutturan sevimli garson kızın elinden sabah kahvemizi de içerek erkenden dönüş yoluna düşüyoruz.

25 Haziran 2011 Cumartesi

Sivas:"Madem ki Ben Bir Gezginim"

Tatilde Sivas,Divriği,Kemaliye,...,Ürgüp diye bir patika seçmişseniz ve sizin gibi yapanlardan ilham almak için İnternet'e başvurmuşsanız, karşınıza iki gezgin profili çıkıyor. Birincisi bisikletle, motorsikletle nereye olsa gideriz, zaten gezi bahane, iki tekerlek üstünde olmak şahane diyenler, yolun götürdüğü yerden ziyade yolda olmaktan keyif alanlar. İkincisi, bir derneğin belirli bir etkinlik için buralara gelmiş ve "Ayşe Teyze bizi mükellef bir kahvaltı sofrasıyla karşıladı, Cahit Bey'lerle toplantıdan sonra derneğin yemyeşil bahçesinde çay sohbetine doyamadık, meslek lisesinin kız öğrencileri nefis kurabiyeler yapmıştı, sonra da valiliğe geçip bizim için hazırlanmış tanıtım filmini izledik" 'leriyle sizi kıskandıran üyeleri. İki kategoriye de girmiyorsanız, elinizde merakınızdan, bu memleketlerden olan arkadaşlarınızdan, geçmiş gezi tecrübelerinizden başka bir kılavuz olmuyor. Aslında aradığınız var olanı anlamaya ve tanımaya çalışmak, kendi rutininizden kaçmaksa bu kadarı da yetiyor.

Ankara'dan 7 saatlik bir otobüs yolculuğuyla Sivas'a ulaşıyor, en çok yarım saatte otele eşyalarınızı bırakıp, standart Anadolu gezi setinizi(tarihi her yer biraz ibadet demek, bu nedenle her an örtüye dönüşebilecek bir şal, bir hırka, ben turistim diye bağırmayan bir fotoğraf makinesi, GPS) alıp dışarı çıkıyorsunuz. Zaten o kadar çok yer yürüme mesafesinde ki. Sivas'ta akşamüstü insanlar sokaklarda, parklarda. Sıkılan bir şehir değil burası, kendi temposu olan, gezen, çalışan, yaşayan, üstelik bu tempo pahasına yeninin eskiyi büsbütün yok etmediği bir şehir. Biraz soluklanmak için durup şehre her baktığınızda, bir Selçuklu, Osmanlı, yakın dönem Cumhuriyet eserini aynı karede görebilirsiniz. Önemli eserlerin pek çoğu (Çifte Minareli Medrese, Buruciye Medresesi, BehramPaşa Hanı, Gökmedrese...) restorasyonda; tamamlanmamış halleriyle bile çok etkileyiciler, öyle ki Gökmedrese'ye mesela, aşık olmanız an meselesi. 

Sırf yarım saatlik bu aşk için bile gelebilirmişsiniz buraya, etrafında fırıl fırıl dolanabilir, uzaktan da olsa hayat ağacı motiflerine, enfes taç kapısına, her santimetrekaresi işlenmiş minarelerine bakabilirmişsiniz. 
İnsanlara biraz daha yaklaşınca, hani ertesi gün için araba kiralamak amacıyla girdiğiniz Avis ofisinde, sırf arkadaşınızın önerdiği Sivas köftecisi yakında bir yerlerde mi diye sorduğunuzda, biraz uzak diye sizi kendi arabasıyla bıraktırmayı çok doğal bulan Fikri Bey'le eşleştirebilirmişsiniz Sivas'lıları kafanızda ve pek de yanılmazmışsınız gezi boyunca. Sivas köftesinin yanında çorba, yoğurt, salata, turşu, ayranı ikram eden(!) işletmenin sahibi, sizi işletmenin bakır çay ocağına dövülmüş ismini fotoğraflarken yakalayınca, 


dükkanın her yerindeki tabelalara çekiştirip kolunuzdan, "burada da yazıyor, bunu da çekebilirsiniz" dediğinde gerçek şeylere gülümsemenin güzelliğini hatırlayabilirmişsiniz. Yine tavsiye üzerine akşamüstü uğradığınız Çerkez'in kahvesinde içtiğiniz en leziz orta kahvelerden birini yudumlarken, hem de kallavi fincanda(büyük, kulpsuz fincan), içeriyi fotoğraflayabilir miyim sorusundan sonra "tabii ama çay ocağını değil" diye ayar verildiğini işittiğinizde çok ama çookk hoşlanabilirmişsiniz bu prensip sahibi yerden. 
Gazeteci, öğretim üyesi ve yazar Ahmet Turan Alkan, Sivas’ı anlattığı ‘Altıncı Şehir’ kitabında Çerkezin Kahvesi için “Mermer tablalı ağır masaların etrafında, ağır adamlar, ağır edalarıyla, ciddiyetle hüznün buluştuğu bir ifadeyle oturur, tavşan kanı ağır çaylar, ama ille de kaynaya kaynaya zifti çıkmış zehir-zıkkım acı kahveler içerler. Orta kahve istemek gafletinde bulunan tıfıl ve cahil yabancılar haricinde herkes birbirini tanır." demiş. Orta kahvenin lezzeti, "tıfıl ve cahil yabancılığınıza" değermiş doğrusu:).
Nerede Sivas türküsü dinlerim sorusu aklınızda, Ulu Cami'nin etrafından kıvrıla kıvrıla yürürken Sivas'lıların çay bahçelerine dizim dizim dizilmiş olduğunu görüp aralarına katıldığınızda, aslında her çay bahçesinde canlı müzik yapıldığını, Ahmet Kaya şarkılarının türkülere karıştığını, hiiiç üşenilmeden halay bile çekildiğini şaşkınlıkla gördüğünüzde-niye şaşırdınız ki aslında, siz Kırşehirlilerin gölgesinde bir Kırıkkale'de büyüdünüz ve çay bahçelerinde Neşet Ertaş türküleri dinlenirdi yaz akşamları çekirdek ve çay eşliğinde:)- mırıldanabilirmişsiniz:


İnsan Hakta Hak İnsanda/Ne Ararsan Var İnsanda
Çok Marifet Var İnsanda / Mademki Ben Bir İnsanım (Aşık İsmail Daimi)


Sivas'taki bu hummalı restorasyon bittiğinde, belli ki çok daha cazip bir turistik nokta olacak, böylesini sevene. Şu anda bile gördüğüm en iyi etnoğrafya müzelerinden biri burada, Sivas Kongresi için de kullanılmış binada, bugünün 4 Eylül Kongre Merkezi'nde. Sivas'tan bir şeyler almak isterseniz Buruciye Medresesi içinde, valilik tarafından da desteklenen dükkanlarda Sivas bıçaklarından, kilimlere, ağızlıklardan bakır ve gümüş eşyalara, bağlamadan küçük ölçekli ahşap işlerine kadar hediyelikler bulmak mümkün. 1926 tarihli Talas Kahve'den kahve de eklenebilir bunlara. 


Sivas'ın yöresel lezzetlerini de göz ardı etmemek gerek; Gürün bulguru, Gürün dut pekmezi...diye bir ucundan başlarsanız alışverişe, arkası gelir:). Başka yerde şu ana kadar görmediğim "..Bal Evi" dükkanları da burada çok yaygın. 
Sivas'tan Divriği'ye giderken 1950 m. rakımlı Karaşar Geçidi civarında öyle çok arı kovanı gördük ki muhtemeldir bu balların pek çoğu sizi mahçup etmeyecek, ağzınızı gerçekten tatlandıracak cinsten.


Sivas'a 1.5 gün ayırabildik biz, belki bir akşamüstümüz daha olacak. Çok sevdiğim katmeri dışında Fikri Bey'in övdüğü çörekten tatmak, bir kallavi fincan kahve daha içmek için bir akşamüstü, bu yüzden Sivas'ı anlattıklarımla sınırlı sanmayın sakın, bunların "tıfıl ve cahil bir yabancının" Sivas notları olduğunu hatırlayın.

22 Haziran 2011 Çarşamba

Borges, Anlar

Pabuçları fırlatıp atma zamanı şimdi, Borges'ten ilhamla...

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,  
İkincisinde, daha çok hata yapardım.  
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.  
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,  
Çok az şeyi  
Ciddiyetle yapardım.  
Temizlik sorun bile olmazdı asla.  
Daha çok riske girerdim.  
Seyahat ederdim daha fazla.  
Daha çok güneş doğuşu izler,  
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.  
Görmediğim bir çok yere giderdim.  
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.  
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.  
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.  
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.  
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.  
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.  
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,  
Gitmeyen insanlardandım ben.  
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.  
Eğer yeniden başlayabilseydim,  
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.  
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.  
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,  
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer...  

6 Haziran 2011 Pazartesi

Bi Dünya Ödev...

Sitcaelum, tucielo'nun yeni adresi. Öğretmenlik de yeni rolü.
Gitarda bir kaç hareket gösterip bir hafta çalışmamı öğütledi. Henüz gitara el sürmedim. Çünkü dışarıda hava muhteşem ve ben gökyüzünü izlemekle fena halde meşgulüm. Son gece biraz çalışmayı düşünüyorum. Tucielo durumu farkedip "Son güne bırakmışsın hala" dediğinde, "Ama, ama açıklayabilirim, hem pardon ama çok ödev vermişsin tuci" demeyi planlıyorum. Muhtemelen "sen hiç son bir haftada dikilip bol bol sulandı diye ürün veren domates gördün mü? Az az da olsa her gün düzenli çalışman lazım" diyecektir. "Fedakarlığın olduğu yerde umut vardır hala; kim kazanmak istemez ama çok az insan gereken bedeli öder" diye de ekleyecektir. Son numaram başımı hafif öne eğip, elimle sırtına pat pat yaparak "Haklısın tuci, anlıyorum, bir daha olmaz" demek olacak. Bakalım ikna edici olabilecek miyim;).