29 Ekim 2012 Pazartesi

Bu Kurban Bayramı Yolculuklarından:Üvez ve Dağ Eriği...

Bu çürümüş şeyler de ne mi?
Aslında çürümüş değil aşağıdaki gibi tepsiye dökülüp olgunlaşması beklenmiş üvezler. 
Üvez yabani bir meyve, daha çok Kuzeybatı Anadolu'da rastlanıyormuş. Tarihin dediğine göre bir kadın olarak iyi bir toplayıcı olması; yağlı tohumları, besleyici yumruları, tatlı meyveleri ustalıkla ayırt etmesi lazım gelen  ben, yolda rastlasam ağacının yanından geçer giderim, Allahtan Muradiye Ablalar öyle yapmamış Kalecik'te. Wikipedia diyor ki üvezin Latince ismi Sorbus imiş, Gülgillerden olan bu meyvenin, yüksek tansiyona, şeker hastalığına olumlu etkileri varmış. Hani bir armudun çok olgunlaşmış kısmını ısırırsınız, şekerli, sulu, biraz kumlu bir tadı vardır, tadı üç aşağı beş yukarı böyle bir şey.Ruslar özel bir konyak türü de yapmaktalarmış üvezden.
Muradiye Ablalar üvezle meşgulken Karaman Kisecik'teki Cemile Yengeler de  bir başka yabani meyve, dağ eriği toplamışlar. 
Fotoğraftakiler henüz olgun değil, onlar da yeterince bekletildiğinde, turuncu bir renk alıyorlar, tatları ise alıça benziyor. Dağ eriği konusunda bulabildiğim bilgiler üvez kadar kesin değil, belli ki dağ eriği denilen bir dolu başka başka meyve var. 
Kurban Bayramı hasadın mevsimine, sonbahara denk gelince, kimbilir dağlardan, dereboylarından toplanmış neler neler girmiştir başka çantalara da. Sizin çantanızda ne vardı acaba bu bayramdan dönüşte? İyi bir toplayıcı olmasam da fena meraklıyımdır:).

23 Ekim 2012 Salı

Çıtır mı Çıtır Patatesli Börek

Yumuşacık börekler yapmayı biliyorum sayılır, bir böreğin nasıl kurutulabileceğini de:). Ama gerçekten çıtır çıtır bir börek yapmayı galiba yeni öğrendim.

Malzemeler
  • 4 adet yufka
  • 1 su bardağı sıvı yağ
  • 1 yemek kaşığı sirke
  • 3 yemek kaşığı un
  • Yarım çay kaşığı tuz
İç harcı için
  • adet orta boy patates
  • 2 yemek kaşığı sıvı yağ
  • 1 adet soğan
  • 1 çay kaşığı nane
  • 1 çay kaşığı kırmızı toz biber
  • Tuz
Üzeri için
  • 1 adet yumurtanın sarısı
Sıvı yağ, sirke, un ve tuzu iyice çırparak boza kıvamında sos hazırlayın(Çıtırlığın sırrı bu sosta).Patatesleri haşlayın, kabuklarını soyarak küçük küçük doğrayın. Rendelediğiniz soğanı sıvı yağda kavurduktan sonra patatesleri ilave edin ve nane, tuz, kırmızı toz biberi de ekleyerek kavurun. İç harcını soğumaya bırakın.
Yufkalardan bir tanesini serin ve üzerine hazırladığınız sostan 3-4 yemek kaşığı dökerek fırça ile yayın. Yufkanın 4-5 parmak genişliğinde bir ucunu kendi üstüne katlayın, bu kısma harçtan koyarak uzunca bir sigara böreği yapar gibi yufkayı sarın. Oluşan ruloyu her biri 3 parmak genişliğinde mini börekçiklere kesin, börekleri yağlanmış ya da yağlı kağıt serilmiş bir tepsiye dizin. Tüm yufkaları bu şekilde hazırladıktan sonra, böreklerin üzerine yumurta sarısı sürün ve önceden ısıtılmış 180 derece fırında üzerleri kızarıncaya kadar pişirin.

Börekler ilk gün ağızda dağılıyorlar, ikinci güne ise yumuşuyorlar, belki ben kapaklı bir kapta beklettiğim, belki mutfağımda nem oranı yüksek olduğu, belki de bu kaçınılmaz son olduğu için. Ama bu halleri bile, hani kurutulmuş bir böreği dişle koparmak zordur ya, öyle olmuyor(Tarif nefisyemektarifleri.com ile hatırlayamadığım bir başka adresten birleştirme yolu ile oluştu, yani zaten çıtır börek yapabilen birileri varmış).

Börekli ya da böreksiz, ağız tadıyla geçecek güzel bir bayram dilerim şimdiden.

21 Ekim 2012 Pazar

Kahvaltı...

Bu kahvaltı sofrası bizim evden, bir iki ay öncesinden.
Bu ise Hamamönü'ndeki Lezzet-i Tarih'de kuruldu bu sabah.

Her iki sofrada da ben, eşim, yeğenim, abilerim. 
Bu sofralara daha sık birarada oturmak kısmet oluyor bir süredir, bazen çenemiz pek düşük, bazense daha sessiziz ama işte yine de birlikte. Ve kahvaltı nasıl bir öğünse, her zaman ferah, taze, keyifli.
Nadiren tüm aile birarada olabildiğimiz bazı sabahlar(bizim evin başka şehirde yatılı okuyanı, çalışanı boldu) annem, kimseler uyanmadan kalkmış, evi pırıl pırıl ovmuş, kışsa sobayı  yakmış olurdu. Annemin temizlik sortisini yeni atlatmış, buz kesene kadar havalandırılmış ev henüz ısınmamış ama soba gürül gürül, üstünde ekmek dilimleri kızarmış bile, sobanın yanıbaşında kahvaltı sofrası, yukarıdakiler kadar zengin olmasa da hepimizi doyuracak kadar bereketli. 
Anılarımızda ne çok, ne güzel kahvaltı sofralarının izi var; biz, bu güzel memlekette ne ara kuşlukta tarhana çorbasından buralara vardırdık ki bu işi:).

15 Ekim 2012 Pazartesi

İçi Beni Dışı Beni Yakan Bir Şey...

Yemekle ilgili yazıların bir kısmına "...şunu sevmem, bunu sevmem..." diye başlamışlığım var. Beni içli köfte ile yanyana görseniz gülersiniz bu yazdıklarıma ki densizlik zaten, gülmek lazım. İçli köfte nerenin yemeğidir? Urfa'nın mı? Antep'in mi?Adana'nın mı? Güneyin demek yetmez mi? Güneyden değilim ben, içli köfte yoktu çocukluğumun bayram yemeklerinde, misafir sofralarında ama hayalimdir, evde içli köfteler yapayım, arkadaşlarımın kalabalık davetlerine giderken bir tencere sıcacık içli köfte bırakayım mutfak tezgahına. "Iımmm, M.'nin içli köftesi değil mi bu? Nefis, nefis" desin masadakiler, üçer beşer yesinler. Benim misafirlerimse istesinler önceden, "İçli köfte de yapacaksın değil mi?"
Çiya'nınki gibi olsun yaptığım içli köfteler, sanki yağda kızartılmamışlar, sanki çook hafif bir kuzu kıyması ile doldurulmuşlar; cevizi dişe gelsin, rengi altın sarısı olsun. Çiya Sofrası İstanbul'da, Kadıköy Balıkçılar Çarşısı'nda. Yemek dergilerinde, kitaplarda imrenerek okuduğum Musa Bey ve Zeynep Hanım'ın  ellerinden çıkmış bu değerli sofraya oturmak bu sonbaharki İstanbul ziyaretimize kısmetmiş.
Biz bu aralar yemek işini abartmaktan kaçınmaya çalıştığımız, diş tedavisi nedeniyle eşimin çiğneme yetisi de bir süreliğine kullanım dışı olduğu için Çiya'daki soframız şu kadarcıktı. 
Lahmacunsuz, künefesiz biraz öksüz, benim çektiğim fotoğrafla hak etmediği kadar havasız ama kendine göre de cesur: Falafel, içli köfte ve kuru dolmaya eklenen kelek yoğurtlaması ile. Kelek yoğurtlaması? Hürmetim var ama doğruya doğru, nerede başkaları, neredee içli köfte:).

6 Ekim 2012 Cumartesi

Yaprak Güzeli...

Evdeyiz. Babamlar, yazlıktan dönüş yolunda Ankara molasını bizde vermiş. Abimler, babamlar hep birlikte uzun, güzel bir kahvaltı etmişiz, mutfakta taze demlenmiş çaydan dolduruyorum bardaklara. B. Abimin sesi geliyor çalışma odasından: 
-"Oğlan güzelin ne de güzel büyümüş".
İşte bu! Yeşil elli bir iş arkadaşımın dalından kırıp suda beklettikten sonra verdiği, maalesef ismini bilmediği ve bir kazaya kurban giden ilk saksıdan sonra ikincisini yetiştirmeyi denediğim (saksıda çiçek ve ben söz konusuysak çok büyük adım), şimdilik kısmen başarmış göründüğüm bu çiçekte neden bu kadar ısrarcıyım belli oldu, o bir oğlan güzeli. Çocukluğumun ev çiçeklerinden yani; küpeli, kız güzeli, öyle ya oğlan güzeli.
Bahçe bitkilerine ne kadar düşkünsem ev bitkilerine o kadar uzağım. Bir dolu gerekçe üretebilirim bunun için: Evde çiçeklerin güneş alabileceği alanlar sınırlı, o sınırlı alanlar bizim Badem'in serbest dolaşım alanları aynı zamanda(Dolaşamadığı neresi kalıyor ki zaten evde?).Saksıyla başbaşa bir Badem, dişlenmiş yapraklar, saksıdan dışarı çıkarılmış, bir güzel oynanıp dağıtılmış toprak, çiçeğe her su verdiğinizde biraz önce doldurulmuş su kabını bırakıp koşa koşa saksıdaki suya sokulan bir pembe buruncuk demek. Ama asıl gerekçe çiçeklerin saksıya sıkışmış gibi görünen hallerinin bana sıkıntı vermesi...idi. Ta ki oğlan güzelinin iş yerinde bir dolabın tepesinden aşağı kıvrıla kıvrıla uzanan kadifemsi yapraklarını görene kadar. 
Kendisi yaprak güzeli, kolyoz (coleus) gibi isimlerle de bilinirmiş. En son çeliğinden üreyen yeni güzel, eşimin ofisinde bir köşeye yerleşti. İşyerinde az gölgeli, biraz olsun güneş alan bir nokta bulduğumda galiba bir nesil de orayı kapacak. Bir arkadaşıma ise sözüm var, ona da bir saksı hazırlayacağım ilk fırsatta. Geçmişten çıkıp gelen oğlan güzelinin bu yayılmacı politikası şimdilik çok eğlenceli.